-Safa'nın Sözde Kızlar'ı Üzerine Bir Değerlendirme-
İlk blogumda ele alacağım şey, birkaç zaman önce bir ödev vasıtasıyla okuduğum ve sevdiğim kitaplardan biri olan Sözde Kızlar romanını belli bir plana uygun olarak değerlendirmektir. Peyami Safa'nın kaleminden çıkan bu güzide roman 1922 senesinde Sabah Gazetesi aracılığıyla bölüm bölüm yayımlanmaya başlamış ancak gazetenin kapatılmasıyla birlikte bu eylem yarım kalmıştır. Sonrasında 1923 yılında Ötüken Yayıncılık tarafından kitap olarak basılmıştır.
Eser mütareke yılları süregelirken Yunanlıların işgali sebebiyle babasından ayrı düşen ve onu aramak üzere İstanbul’a gelen genç bir kızın yaşadıkları üzerinden yüksek zümrenin içinde bulunduğu ahlaki yozlaşmayı konu edinir. Başkahramanımız Mebrure namusuna düşkün ve köklerine bağlı bir kızdır. Küçük yaşlardayken annesi vefat ettiğinden ötürü hayattaki tek dayanağı babasıdır. Babası İhsan Efendi’nin de hayatta kızından başka kimsesi yoktur; bu sebepten ona ehemmiyet verir, onu İzmir’e, Amerikan Mektebi’ne okumaya gönderir. Aldığı tahsil Mebrure’yi köklerinden koparmaz; mektepten sonra vatan, millet ve aile kavramlarına bağlı bir kız olarak tüccarlık (tuhafiyecilik) yapan babasıyla birlikte Anadolu’da (Manisa) yaşamını sürdürür. Mütareke döneminde Yunanlılar Anadolu’yu işgal ederler ve İhsan Efendi’yi casus diye yakalamak isterler. Bunu duyan İhsan Efendi mağazasını ve kızı Mebrure’yi arkadaşlarından birine emanet ederek ortadan kaybolur. Sonrasında Yunanlılar İhsan Efendi’nin arkadaşını yakalarlar, mağazayı zapt ederler. Mebrure’yi de tutuklamak üzerelerken Mebrure kaçar ve Bursa’ya, annesinin üvey dayısı olan Hüseyin Efendi’nin yanına sığınır.
2 ay boyunca Bursa’da yokluk, perişanlık çektikten sonra ne olursa olsun babasını bulma kararı alarak İstanbul’a gelir. İstanbul’da tek akrabası olan babasının sütkardeşi merhum Nafi Bey’in konağında misafir olarak kalmaya gitmesiyle olaylar başlar. Nafi Bey’in ölümü üzerine konağın idaresi eşi Nazmiye Hanım, kızı Nevin ve oğlu Behiç’e kalmıştır. Mebrure’nin başına gelenleri duyunca onu evlerinde misafir etmeyi kabul ederler. Mebrure de kalacak yer bulduğu için başta sevinir fakat sonraları anlayacağı bir şey, bu evin içindeki insanların yaşayış şekilleri ve hayata bakış açılarıyla kendininkinin çok büyük fark gösterdiğidir. Ev halkı büyükten küçüğe Batı tarzı bir yaşamı taklit etmeye çalışarak; olur olmadık partiler düzenleyen, ahlaki bakımdan yoksun ilişkilerde bulunarak gününü gün etme anlayışı içinde yaşamlarını idame ettiren kişilerden oluşur. Kumar ve Batı tipi ahlakı düşük salon oyunları oynanan, Alafranga alışkanlık, tutum ve deyişlerini benimsemiş kişilerin çarpık ilişkilerinin hüküm sürdüğü bu konakta, Türk milletinin bulunduğu elim durum için bir faaliyet göstermek bir yana dursun, bu onların umurlarında bile değildir. Özellikle çapkınlığı ile tanınan Behiç, evlerine misafir gelen Mebrure’yi gördüğü ilk anda gözüne kestirerek onu kötü emellerine alet etmek ister. Nevin de bu konuda onu destekler, Mebrure’nin birkaç zaman sonra kabuğundan sıyrılıp onlara benzeyeceğini ve konak hayatına alışacağını söyler.
Bu serbest konağın ve düzenlenen partilerin daimi misafirleri olan Naciye Hanım ve kızı Güzide, Siyret, Belma(Hatice), abisi Salih ve Nizamettin Bey de ev halkı gibi, ahlakı zayıf insanlardırlar. Bir tek davetlere ender bir şekilde katılan Nadir onlardan farklıdır. O memleketin haliyle alakadar, karakterli bir insandır. Ev halkının konuşmalarını, davranışlarını müstehzi bir felsefeyle irdeler. Kendi değerlerine saygılı olan bu adamı davette gören Mebrure, bu fırsatı kaçırmadan babasıyla alakalı durumu onunla konuşur. Nadir onun babasını bulmasına yardım edeceğini söyleyerek onun yanında olur. Bu konuda elinden geleni yaparken bir yandan da Mebrure’nin günün birinde bu ahlaksız çatı altındaki çirkin ailede ‘sözde kızlar’dan birine dönüşüp dönüşmeyeceğini merak eder. Çünkü bu evde Siyret ve Nevin’in, Belma ile Behiç’in, Salih ile de Nazmiye Hanım’ın çarpık bir ilişkisi vardır. Hatta Siyret bir gece toplantısı sonrası Güzide’nin kendisine olan zaafından yararlanır, sonrasında küçük kızın annesinin başına bela olmasından korktuğu için ısrarları kabul ederek Güzide ile evlenmeye razı olur. Aşığı Nevin buna çok kızar fakat Siyret bunun geçici bir evlilik olduğunu, Güzide ile bir ay evli kaldıktan sonra boşanacağını söyleyerek Nevin’i ikna eder.
Mebrure bu yozlaşmış ilişkileri ve davranışları görmeye başladıkça karakterine oldukça büyük bir tezat gösteren bu insanlardan ve “sözde kızlar”ın yer aldığı bu konaktan bir an önce ayrılmak ister fakat gidecek yeri yoktur. Babasını bulana kadar bu insanlara tahammül etmeye karar verir. Nadir’in de yardımlarıyla tevkif edilenler hakkında bilginin verildiği Muhacirin İdaresi’ne giderek babasının akıbeti hakkında bilgi almak ister fakat her gidişinde bir sorunla karşılaşır, babası bulunduğu yerden başka bir yere gitmiş olur ve Mebrure’ye başka zaman gelmesi söylenir. Mebrure de babasına kavuşmak umuduyla bekleyişini sürdürür. Nadir bu bekleyişlerinin karşılıksız kalmayacağını, söyleyerek ona destek olur ve bir gün onu Fahri adında, oldukça utangaç, hisli, kibar ve karakterli bir arkadaşıyla tanıştırır. Fahri Anadolu’da daha önce bulunmuş, Anadolu lafıyla bile heyecanlanan saf, şerefli bir adamdır. Hatta bir zamanlar Mebrure’nin babasının dükkânından alışveriş yapmış ve evinde kalmıştır. Bu tesadüf üzerine birbirlerine yakınlık duyan Fahri ve Mebrure daha sık görüşmeye başlarlar ve arkadaş olurlar. Fahri de Mebrure’nin babası için elinden geleni yapacağını söyler fakat Mebrure’nin Muhacirin İdaresi’nden beklediği haber hâlâ gelmemiştir.
Konakta bekleyiş dolu günler geçerken Behiç bu genç ve güzel misafir Mebrure’yi elde etmek arzusuyla yanıp tutuşur. Ne yaptıysa onu kendi dünyasına çekememiş, karakterini değiştirememiştir. Onu diğer kızlar üzerinde uyguladığı yöntemlerle elde edemeyeceğini anlayan Behiç sonunda bir karar verir. Ne olursa olsun Mebrure’yi kandırıp ona sahip olacaktır. Bunun için Mebrure’ye onun düşündüğü gibi çapkın ve ahlaksız bir adam olmadığını inandırmak amacıyla birtakım oyunlar yapar. Ayrıca birdenbire Mebrure’nin hayatına giren Fahri’nin kendisine rakip olmasını istemez. Mebrure ile fırsat bulduğu her anda yalnız kalarak ona yakınlaşmaya, ahlaklı ve iyi biri olduğuna inandırmaya çalışır. Bu yakınlaşmalar ve yalandan ibaret olan boş sözler Mebrure’yi Behiç’e karşı savunmasız bırakmaya başlar. Behiç bir gün Mebrure’yi gezintiye çıkarmışken ona evlenmeyi, İstanbul’un keşmekeşinden uzaklaşarak Anadolu’ya gidip bir çiftlik almayı ve babasıyla beraber bir yaşam kurmayı vaat eder.
Mebrure ilk başta tereddüde düşse de sonra maddi imkânlarını ona sunacak ve mutlu bir yaşam verecek Behiç’e ve içinde ona karşı yumuşamaya başlamış hislere kulak vererek kabul eder. Bu teklifi kabul etmesinde biraz da Behiç'in kardeşi Nevin’in işi oldubittiye getirmesinin payı vardır. Behiç ve ev halkı buna çok sevinir çünkü Behiç’in emeline ulaşmasına çok az kalmıştır. Bu evlilik kararına yıkılan Fahri, Mebrure’ye Behiç’in dürüst ve iyi bir adam olmadığını, ona kanmaması gerektiğini söyler çünkü Mebrure onun için çok özel biridir. Diğer yanda Behiç’in evleneceğini duyan aşığı Belma da çok büyük bir üzüntü ve depresyon içine girmiştir. Abisi Salih’in akıl sağlığını kaybetmesi üzerine daha büyük bir şoka giren Belma, Nadir’e son defa Mebrure’yi görmek ve onunla konuşmak istediğini söyler. Onunla konuşmaya gelen Mebrure, onu hasta yatağı içinde mahvolmuş bir halde bulur.
Belma (Esas adı Hatice) Mabrure’ye Behiç’le alakalı gerçekleri anlatır. Bundan dört yıl önce Behiç’in onu Avrupalı oyuncu arkadaşlarıyla tanıştıracağını söylemesiyle başlayan ilişkilerini, yaşadığı mutaassıp hayattan ve kimliğinden hazzetmeyen Hatice’yi konağın ahlaksız yaşamına çekerek bayağılaşmış Belma’ya dönüştürmesini, genç kızların en saf arzularıyla oynayıp onları kullanan Behiç’in aşağılık bir adam olduğunu anlatır. Sonrasında Behiç’ten hamile kaldığını, Behiç’in bebeği istemediğini fakat bir anne olarak vicdanının bunu kabul etmediğini belirterek bebeği zorlu koşullarda dünyaya getirdiğini dile getirir. Bebeğin Behiç’in Avrupa’da girdiği ilişkilerden kaynaklanan frengi hastalığını taşıyarak dünyaya geldiğini, Behiç’in hastalığı hem kendine hem bebeğe bulaştırdığını söyler. Her şeye rağmen bebeğini korurken Behiç’in bu bebekten nefret ettiğini, ondan kurtulmak isteği üzerine onu bir gece ağaçlıkların arasında diri diri toprağa gömdüğünü ve kendi çocuğunun katili olduğunu gözyaşlarıyla bezeli derin bir pişmanlık içinde anlatır Belma. Abisinin de tüm bunları ona anlattığı için delirdiğini, artık hayatta kimsesinin kalmadığını söyler. Dolapta Behiç’in öz çocuğunun katili olduğunu açıklayan mektubun polislere teslim edilmesi Belma’nın son isteği olur ve içtiği zehrin etkisini göstermeye başlamasıyla hayatına son verir.
Bütün bu olanların ardından derin bir şok geçiren Mebrure, bir süre kendine gelemez ama gözü açıldığı için kendini şanslı sayar. Behiç tutuklanır. Ardından Mebrure’ye Muhacirin İdaresi’nden beklediği haber gelir. Babası onun kendini aradığını haber almıştır. Amasya’ya gitmek üzere yola koyulan İhsan Efendi, Mebrure’ye orada buluşmalarını isteyen bir mektupla biraz para bırakır. Bunun üzerine müdür, Mebrure’ye Anadolu’ya tek başına gidemeyeceğini, yanına refakat edecek birini göndermek gerektiğini imalı bir eda ile söyler. Mebrure de hem Anadolu yolunda hem hayat yolunda ona yoldaşlık edecek en uygun kişinin başından beri Fahri olduğunu, bakışlarındaki ve tebessümündeki mana ile anlatır.
Roman bir yandan mütareke döneminin bunalımlı günleri ve Yunanlıların Anadolu’yu işgal etmesini anlatmasıyla dönemin politik durumunu gözler önüne serip siyasi roman niteliği kazanırken bir yandan da toplumun çatışma yaratan iki tarafa ayrılmış zihniyeti ve insanların davranış biçimlerinin üzerinde fazlaca durulmasıyla sosyal roman niteliği kazanmaktadır. Eserin adı ile içeriği arasında elle tutulur bir ilişki mevcuttur. Eserde Batı’nın kötü ve ahlaka uymayan davranışlarını benimseyen kızların yine aynı tutumda olan erkeklerle girdikleri karşılıklı çıkar ilişkileri, üzerine çağdaşlık adı altında gününü gün etme anlayışıyla beslenen ve sınırları olmayan yozlaşmış hayat tarzını benimsemeleriyle birleşince bu onların “sözde kızlar” olarak nitelenmelerine sebep olmuştur.Bakış açısı olarak romanda hâkim (ilahi/tanrısal) bakış açısı kullanılmış, yazar olayları üçüncü tekil şahsın (o) olayları her şeyi gören, bilen ve açıklayan ağzından anlatmıştır. Safa, kişilerin zihinlerinden geçenleri, onların psikolojilerini, geçmişte yaşadıkları olayları, daha sonra yaşanacakları tüm yönleriyle bilir; üçüncü tekil şahıs(o) ağzıyla konuştuğu için ona yazar-anlatıcı da denir. Anlatım tekniği olarak eserde baskın olan anlatım tekniği anlatma ve gösterme tekniğidir. Anlatma tekniğinde yazar-anlatıcının etkisinde olan okur, olayları yazarın anlattığı ölçüde öğrenmiştir. Eserde bir diğer anlatım tekniği diyalog tekniğidir. Yazar kahramanlar arasındaki çatışmayı sık sık zengin diyaloglarla okuyucuya sunmuştur.
Eserde yer alan bir diğer teknik iç çözümleme tekniğidir. Yazarın kahramanın düşüncelerini okuyucuya sunmasıyla olur: “Düşündü ki bu genç, şehirlilerin âdiliğine ve yalancılığına karşı taşranın yarattığı lekesiz ve temiz; biraz iptidai amma samimi, biraz hoyrat amma hararetli, biraz saf amma zeki bir insandı.”(s.111) Bir diğer teknik eserde başvurulan tasvir tekniğidir. “Duvarlar, badanasızlığın ve kireç döküntülerinin azap verici manzarasını örtmek isteyen renkli gazeteler ve mukavvalarla kaplanmış, yamalı bir bohçaya benziyor. Tavan kambur, basık, kapkara ve yer yer çatlak...”(s.110)
Olay örgüsü olarak romanda ilmikli olay örgüsü kullanılmıştır. İlmikli olay örgüsü, kronolojik şekilde ilerleyen olay örgüsünde zaman zaman kahramanların anılarına ve geçmişe dönülmesiyle sağlanan bir yapıdır. Eserde de her şey belli doğrultuda ilerlerken bazen olayların anlatımında geriye dönüşlere başvurulmuştur. En belirgin örnek, eserin son kısımlarında Hatice’nin Mebrure’ye Behiç’le yaşadığı gerçekleri anlattığı kısımdır. Hatice geçmiş zamanda olanları, yaşamındaki acı hatıraları bugüne taşımıştır. Olaylar dümdüz bir akış içinde ilerlerken Behiç’in bir katil olduğunu okuyucu bu geriye dönüşle öğrenmiştir.
Zaman direkt olarak verilmemiştir fakat olayların başlangıcının birinci dünya savaşı sonrası mütareke dönemi ve Anadolu’nun Yunanlılar tarafından işgaline dayanması 1918-1922 yıllarını kapsadığından romanda geçen genel zaman aralığı bu şekildedir. Romanda mekân faktörü çeşitlidir fakat olaylar genel olarak İstanbul’da vuku bulur. Roman Anadolu ve İstanbul insanının karşıtlığını yansıttığı için mekân olarak İstanbul kavramı kötü olayların ve ahlaksızlığın cereyan ettiği bir sembol, Anadolu ise milletine bağlı kişilerin yuvası ve soysuzlaşmış tüm bu insanlardan kurtuluş simgesi olarak lanse edilmiştir. Açık mekân olarak eser, İstanbul Pangaltı’da başlar. Bütün anlatı süresince de İstanbul’un çeşitli semtlerinde devam eder.
Sonuç olarak Peyami Safa Sözde Kızlar adlı eserinde, Batı beldelerinde modernlik adı altında idame ettirilen ahlakı zayıf ve salt maddi ögelere değer atfeden yaşamın, İstanbul’da yaşadığı hayattan memnun olmayan kişilerce taklit edilerek Türk aile hayatına uyarlanması sonucu, toplumumuzda kaos ve keşmekeşe yol açan yapısal bozukluklar husule getirdiğini anlatmıştır. Ayrıca Anadolu bu denli bunalımlı bir vaziyetteyken milli benliklerinden sıyrılanların köklerimizi zayıflattığını ve milli kimliğimizi zedelediğini ortaya koymuştur. Doğu ve Batı medeniyetinin zihniyetini karakterler üzerinden oldukça başarılı bir şekilde işleyen yazar, bu iki zihniyet arasındaki yaşamsal çatışmayı da başarıyla aktarmıştır. Karakterlerin benimsediği hayat tarzları üzerinden geri planda vermek istediği mesajla ise değerlerimize, kültürümüze saygılı olmamız gerektiğini anlatmış, yaşadığı coğrafyaya yabancılaşan kahramanların buhranlar ve felaketlerle neticelenen yaşamlarıyla âdeta bir ibret portresi çizmiştir.
Peyami Safa’nın bu romanını çok beğenerek okuduğumu söylemeliyim. Batı kültürünü bu denli benimseyip kendi milletlerinden bihaber yaşayan bu insanların hayatları, kimliklerini kaybetmiş ruhların salt bedenler için yaşayışı bende hem acıma hem öfke hem üzüntü uyandırdı. Salt zevk için yaşanılan yaşamın bomboş bir ömür geçirmekten ibaret olduğunu, hayatta yaşanacak daha kıymetli duygular olduğunu Fahri’nin heyecan dolu mektubunda, Mebrure’nin babasına olan özleminde ve yine Mebrure’nin milletine olan bağlılığında gördüm. En üzüldüğüm kısım Behiç’in öz ve öz oğlunu diri diri toprağa gömdüğü kısım oldu. Bu, gerçekten Behiç’in gülünç, Alafranga züppelerinden değil; zevk ve rahatı için her şeyi yapabilecek acımasız bir katil olduğunu çarpıcı bir şekilde aksettirdi bana ve Mebrure Fahri’yi seçtiği için bir kez daha mutlu oldum. Sonunda herkesin layık olduğunu aldığı bu roman, hem dil hem anlatı hem de konu bakımından oldukça tatmin edici ve etkileyiciydi.
Son olarak da kendi hazırladığim tatlı bir videoyu eklemek istedim. Yazımı okuduğunuz için teşekkür ederim. :)
Yorumlar
Yorum Gönder